Ölümsüzlük

Mezopotamya'daki Uruk şehrinin kralı Gılgamış, tanrıların gazabı sonucu yakın arkadaşı Enkidu'nun ölümüne tanıklık eder. Bu olaya çok üzülen ve kendi akıbetiyle ilgili derin bir endişeye kapılan Gılgamış ölümsüzlüğü aramak için çetin bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk onu Büyük Tufan'dan kurtulan ve kendisine ölümsüzlük bahşedilmiş olan Utnapiştim'e götürür. Gılgamış burada bazı sınavlara tabi tutulur fakat başarılı olamaz ve kendisine ölümsüzlük bilgisi verilmez. Teselli olarak da, gençlik ve güç veren "yaşam otu"nun yeri söylenir. Gılgamış, bu otu denizin dibinden çıkarır ama dönüş yolunda bir yılan otu yer ve Gılgamış bundan da mahrum kalır.

Gılgamış ve Enkidu
        
Gılgamış'ın bu hazin hikayesine devam edeceğiz ama önce, ölümsüzlük hakkında neler biliyoruz, onlara bir bakalım.

Ölümsüzlük konusunda kafa yormuş, Platon başta olmak üzere birçok filozof mevcut. Ölümsüzlük kavram olarak felsefe, mistisizm ve teolojinin ilgi alanlarına giriyor. Yunan, Roma, Mısır gibi farklı toplumların mitolojilerinde de oldukça yaygın olarak işlenmiş bir konu. Günümüzde, bir insanın ölümsüzlüğü hedeflemesi oldukça gerçek dışı kabul edilir. Bununla birlikte, şimdi değineceğim hikaye, insanoğlunun güncel arzularına temel oluşturuyor.

Mitolojide konu edilen tanrılar ölümsüzdürler ve bazıları da ölümsüzlüğü bahşetme gücüne sahip olarak bilinirler. Yunan ve Roma mitolojilerinde geçen, şafak tanrıçası Eos'un hikeyesi anlatılır. Eos bir ölümlü olan, yakışıklı Tithonus'a aşık olur. Eos mükemmel bir vücuda sahiptir ve ölümsüzdür. Tithonus'un bir zaman sonra yaşlanacağına ve öleceğine çok üzüldüğü için tanrılar tanrısı Zeus'a gidip, sevgilisi Tithonus'a ölümsüzlük bahşetmesi için yalvarır. Zeus bu isteği kabul eder ve Tithonus ölümsüz olur. Fakat bir sorun vardır. Tithonus ölümsüz olmasına ölümsüzdür ama sürekli yaşlanmaya devam eder. Eos, Tithonus'un yaşlanmamasını dilemeyi unutmuştur ve sevgilisinin beğendiği haliyle sonsuza dek yaşama hayali suya düşmüştür.

Eos ve Tithonus

Zeus, ölümsüzlük konusunda her zaman bu kadar bonkör olmamıştır. Yunan mitolojisine ait başka bir hikayede, Asklepeios usta bir hekim olarak yetişmiş ve hatta ölüleri bile diriltmeyi başarmıştır. Ölümsüzlüğün yayılmasına kızan Zeus, Asklepeios'u yıldırımlarıyla öldürmüştür.

Günümüzde de insanların hayal ettikleri gerçek anlamda ölümsüzlük değil fakat geç yaşlanmaktır. Yani uzun yaşamak! İşte bununla ilgili bir kısmı uçuk, büyük kısmı bilimsel birçok çalışma yapılmaktadır.

Neden yaşlandığımızı açıklamak için günümüze kadar ortaya yaklaşık 300 adet hipotez atıldı. Biogerontolog Steven Austad'a göre, açıklamalardan biri öne çıkıyor: "En önemli şey üreme. Yaşlanıyoruz, çünkü bedenlerimizi kusursuz biçimde onarmak doğanın işine gelmiyor. Önemli olan bizi mümkün olduğu kadar üreyebilir durumda tutmak, sonra da bedenlerimizin çürüyüp gitmesine izin vermek."



Bilim insanları yaşlılığı, genetik ve hücresel seviyedeki hataların birikimi olarak tanımlıyor. Bilim tarihi fenomeni, Nobel ödüllü fizikçi Richard Feynman şöyle demişti: "Biyolojide ölümün kaçınılmazlığını işaret eden bir şey henüz bulunmadı. Bu bana, ölümün hiç de kaçınılmaz olmadığı, biyologların bize dert açan şeyin ne olduğunu keşfetmelerinin yalnızca bir zaman sorunu olduğu ve bu berbat evrensel hastalığın ya da insan bedeninin geçiciliği mevhumunun tedavi edileceği hislerini veriyor." 

Alman doktor Huseland, 8 yıllık araştırması sonucu 1797'de Ömrü Uzatma Sanatı isimli kitabını yayımladı. Kitapta, uzun ve sağlıklı bir yaşam için şu faktörlere değiniyordu: Bol sebzeli, az etli, az şekerli ve az unlu bir diyet, bol hareket, iyi diş bakımı, haftada bir ılık su ve sabunla banyo, iyi bir uyku düzeni, temiz hava ve uzun ömürlü bir ebeveynden doğmuş olmak. Huseland ideal koşullarda insan ömrünün 200 yıla kadar uzayabileceğini savunuyordu.

Huseland'ın 200 yıllık tahmini günümüz için biraz abartılı olsa da, tavsiyelerine katılmayan çıkmaz sanıyorum. Toplumda hijyen uygulamalarının gelişmesi ve modern tıbbın ilerlemesi sayesinde, 1900 yılında 30-40 olan ortalama yaşam süresi, günümüzde 70-80'e kadar yükseldi. Bu yükselişte tarihteki bazı kırılımlar önemli rol oynadı: Hijyen (en başta su ve sabun), aşı ve antibiyotiklerin keşfi. Modern tıbbın, en büyük ölüm sebebi olan kronik hastalıkların tedavisindeki başarısının artması da ortalamayı yükseltmeye devam ediyor.

Peki, "Yaşam süresini nasıl uzatabiliriz?" sorusuna ne gibi yanıtlar verildiğine bakalım kısaca. Sadece hastalıkların tedavisi için değil, doğrudan yaşam süresinin uzatılması için yapılan ciddi çalışmalar var. 

1934 yılında Cornell Üniversitesi'nde fareler üzerinde yapılan bir araştırmada, kalori kısıtlaması yapılan farelerde yaşam süresinin uzadığı tespit edilmiş. Bu diyet kısıtlaması altında, hayvanlarda daha az sayıda tümör, kalp hastalığı ve yaşlanmayla ilgili diğer hastalıklar ve daha düşük diyabet sıklığı görülmüş. İşin doğrusu, kalori kısıtlaması insan ömrünü garantili olarak uzattığı bilinen tek mekanizmadır. Birçok canlı üzerinde test edilmiş ve her seferinde işe yaramıştır.  Özetle, can boğazdan gider!

Diyet kısıtlamasının ardındaki kuram şudur: Doğa hayvanlara enerjilerini nasıl kullanacaklarına ilişkin iki seçenek sunar. Enerji, bolluk zamanında üremek için kullanır. Kıtlık zamanında ise üreme devre dışı bırakılır, mümkün olduğunca uzun süre bekleyip, bolluk zamanının gelişine kadar hayatta kalmak için enerji saklanır. Bilim insanlarının bu konudaki güncel araştırma konusu ise, aç kalmanın olumsuz taraflarından etkilenmemek için, aç kalmanın aktive ettiği SIRT gibi genleri tespit etmek ve onları aktive etmenin bir yolunu bulmaktır.

Yaşam süresinin belirlenmesinde en önemli faktörlerden biri genetik. Yani uzun ömür bir şekilde aileden gelir. Doğumlarından sonra ayrılan, farklı çevrelerde büyüyen tek yumurta ikizleri üzerinde yapılan çalışmalardan elde edilen sonuç, genetiğin yaşam süresindeki etkisinin %35 olduğudur. Bu demektir ki, geri kalan faktörler çevresel. Bu sonuç, yaşam süremizle ilgili elimizde,  değiştirebileceğimiz %65 ağırlığında faktör var demektir. Son 200 yıldır genetik yapımızda pek bir değişiklik olmamasına rağmen, yaşam standartlarına bağlı olarak ortalama yaşam süresinin oldukça uzaması bu durumu kanıtlar nitelikteki bulgulardan bir tanesi.


Maya hücreleri, iplik kurtları ve meyve sinekleri, normalden daha uzun yaşayacak şekilde laboratuvar ortamında yetiştirilebiliyor. Moleküler biyolog Cynthia Kenyon,  iplik kurtlarının (C. elegans) yaşam süresinin genetik mutasyonla iki katına çıktığını bildirmiş ve çalışmasının odak noktasını oluşturan FOXO genlerinin büyük umut vadettiğini belirtiyor. Uzun yaşamalarıyla meşhur, Hawai'nin Oahu Adası'ndaki erkekler üzerinde yapılan bir çalışmada da aynı genin rol oynadığı tespit edilmiş. 

Moleküler genetik çalışmalarının en çığır açıcı uygulamalarından biri de 2003 yılında tamamlanan İnsan Genom Projesidir. 3 milyar dolara mal olan ve dünya çapında yüzlerce bilim insanının çalıştığı proje sonunda, insan genetik bilgisi sıralanmış oldu. Bu teknolojinin gelişip, maliyetinin azalmasıyla, artık birçok genetik test laboratuvarlarda yapılmakta. İleride, basit bir kan testi yaptırır gibi  bütün genetik yapımızın ortaya çıktığı testlerin yapılmasının önü açık. CRISPR gibi genetik mühendislik yöntemleri sayesinde de, istediğimiz genleri modifiye etmek mümkün olabilir. Tabi bu durumun ciddi etik problemleri olacaktır.

Birçok genetik çalışma, moleküler düzeyde yaşlanmaya sebep olabilecek çeşitli genlerin varlığını ortaya çıkarmış. Bunlar gibi ciddi bilimsel çalışmaların yanı sıra, popüler kültüre malzeme olmuş fikirler de ortaya atılmış.

1950'lerde çok moda olan Resveratrol gibi antioksidanların,  yaşlanmayı geciktiren proteinleri aktive ederek hücre yaşlanmasını geciktirdiği iddia ediliyor fakat bu konuda fikir birliği sağlanabilmiş değil. Daha dikkat çekici olan ise, Resveratrol'ün ticari olarak büyük bir pazar haline gelmesi ve insanların sömürülmesine neden olması.

Hücre bölünmesinde rol oynayan, kromozomların uçlarında yer alan telomerler konusunda da birçok araştırma mevcut. Her bölünmeden sonra giderek kısalan telomerlerin, zamanla işlevini kaybedip hücre ölümünün gerçekleştiği düşünülüyor. Bunu engelleyecek telomeraz enzimi mekanizmasının da hücreleri koruyacağını düşünebiliriz fakat durum burada riskli bir hal alıyor. Tıpkı kanserdeki gibi kontrolsüz bir hücre bölünmesini tetiklemekten kaçınmak gerekiyor. Kanser hücrelerinin yüksek telomer aktivitesiyle kontrolsüz olarak bölündüğünü biliyoruz. Sonuç olarak, ölümsüzlük arayışında gezindiğimiz yollar, bizzat ölümün kendisine çıkıyor olabilir.

Bunlar gibi, yaşam süresini uzatmak adına yapılan birçok moleküler araştırma mevcut. Araştırmacılar genel olarak konuya çok temkinli yaklaşıyorlar. Zira, yapılan çalışmaların çoğu yasal veya etik sebepler nedeniyle insanlar üzerinde gerçekleşmiyor. Fakat bu durum, ileride de böyle olmaya devam edeceği anlamına gelmez. Merakla takip ediyoruz.


Mavi Bölgeler

Dan Buettner, Mavi Bölgeler: En Uzun Yaşayan İnsanlardan Uzun ve Sağlıklı Yaşamaya Dair Dersler adlı kitabın yazarı. Mavi Bölge, çok sayıda insanın yüz yaşına ulaştığı, ortalama ömür süresinin en yüksek olduğu ya da en düşük miktarda orta yaş ölümlerine rastlandığı demografik olarak doğrulanmış, coğrafi olarak belirlenmiş alanları ifade ediyor. 

Mavi Bölgeler

Buettner'ın, bu projeyi kitaplar, televizyon programları ve yemek kurslarını da içeren oldukça hacimli bir ticari işletmeye dönüştürmüş olması belki akıllarda soru işaretlerinin oluşmasına neden olabilir. Bununla birlikte, bu bölgelerden üçünde yaşayan insanların yaşam tarzlarındaki ortak noktaları içeren, herkesin üzerinde düşünmesi gereken güzel bir şema hazırlanmış.



Dünyanın farklı bölgelerinde, uzun ve sağlıklı yaşayan insanların yaşam tarzlarındaki ortak noktalar şöyle sıralanıyor:
  • Aile ilişkilerine önem vermek
  • Sigara içmemek
  • Sebze-meyve ağırlıklı beslenmek
  • Sürekli, orta seviyede fiziksel aktivite
  • Sosyal etkileşim
  • Baklagil tüketimi
Bunları aklımızın bir köşesinde tutmaktan zarar gelmez.

Yaşlanmanın Geleceği

Yaşam süresinin uzamasının dünyanın bazı bölgelerinde nüfus patlaması gibi olumsuz sonuçları olabilir. Fakat bu olasılık, bilim insanlarını bu konu üzerinde çalışmaktan vazgeçirmeye yetmez. Bilim ve teknoloji ilerledikçe, toplumsal sonuçlarına katlanmamız gerekse de insan ömrünün uzadığını göreceğimiz kesin.

Gelecekte yaşam süresini uzatmak için yapılacaklar, büyük olasılıkla aşağıdaki yöntemlerin birleşimi olacaktır:

  • Doku mühendisliği ve kök hücre yöntemleriyle, hastalanan ya da eskiyen organların yenilerini üretmek
  • Hücre onarım mekanizmalarını geliştirmek, metabolizmayı düzenlemek, biyolojik saati geriye almak ve oksitlenmeyi azaltmak için bir protein ve enzim kokteyli almak
  • Yaşlanma sürecini yavaşlatabilen genlerde gerekli değişiklikleri yapan gen terapisini kullanmak
  • Egzersiz ve diyeti içeren sağlıklı bir yaşam biçimini benimsemek
  • Kanser gibi hastalıkları, henüz probleme dönüşmeden tespit edebilen nano-algılayıcıları kullanmak


Çılgın Projeler


Uzun yıllar yaşama konusunda iddialı olan ve bu konuda ciddi uğraşlar veren kişi sayısı oldukça fazla. Örneğin Silikon Vadisi'ndeki bazı girişimciler yaşlanma sürecini durdurabilmek milyon dolarlar harcıyorlar. Google tarafından 2013 senesinde kurulmuş Calico adlı şirket, yaşlanmanın biyolojisi ve ilaç geliştirme üzerine çalışıyor. Günümüzde ne aşamada oldukları ise iyi korunan bir sır. Google'ın kurucularından Sergey Brin, Oracle'ın kurucularından Larry Ellison ve PayPal'in kurucularından Peter Thiel uzun yaşamak konusunda iddialı fikirleri olan kişiler arasında.

Bilgisayar bilimleri uzmanı, Google'ın mühendislik direktörü, patent şampiyonu, mucit, yazar ve fütürist Ray Kurzweil ise, uzun yaşamak denince akla gelen ilk isimlerden biri. Kurzweil için ayrı bir paragraf açmamın önemli bir nedeni var: 72 yaşındaki Kurzweil'in daha önce yaptığı gelecek tahminleri bir grup gazeteci tarafından incelenmiş ve doğruluk oranı %86 olarak bulunmuş. Böylesine çılgın bir çağda, gelecek tahminlerinin bu kadar isabetli olması oldukça heyecan verici. Kurzweil'in ilk hedefi nanoteknoloji sayesinde hastalıkların çok etkili bir şekilde tedavi edilebilmesi. Bu teknolojiye ulaşırsak, 120-150 yıl gibi bir yaşam süresine sahip olacağını öngörüyor. O zamana kadar da sağlıklı kalabilmek için günde, vitaminler gibi destekleyici içerikli, yaklaşık 200 hap alıyor. Ondan sonrası ise dijital ölümsüzlük. Yani, zihnin bilgisayara aktarılması ve bir hologram veya android beden olarak sonsuz yaşam.


Bizim ve sevdiklerimizin bilinçlerinin sanal ortamda ebediyen var olması fikri oldukça tüyler ürpertici. Günümüzde böyle bir teknoloji mevcut değil fakat, özellikle sosyal medya gibi ortamlarda bıraktığımız dijital izin büyüklüğü, gerçekten de kişiliğimizin büyük oranda tanımlanabilmesine olanak sağlıyor. Zihnimizin dijitalleşmesine bu şekilde adım adım gidiliyor olabilir. Gerçi zihnimizin "buluta yüklenmesi"nin gerekliliği tartışılır. Neden böyle bir şeyi yapmalıyız ve bunun bize ne gibi faydaları olabilir? Belki de bunun bu kadar arzulanmasının sebebi, sadece yapabiliyor olduğumuzu kanıtlamak veya sınırsız egomuzun sınırlı bedenlerimizde hapsolmasını istemememizdir.

İlk olarak 1971 yılında George M. Martin tarafından ortaya atılan dijital ölümsüzlük fikri ilginizi çektiyse, Johnny Depp'in başrolünü oynadığı Transcendence (2014) filmi ve Black Mirror dizisinin "Be Right Back" (2013) adlı bölümünü izlemenizi şiddetle tavsiye ederim. 

Psikoloji profesörü James Bedford kanserden öldüğünde bedeninin dondurularak gelecekte bir gün çözülmek üzere bekletilmesini istemişti. 1967'de ilk defa, Bedford'un bedeni sıvı azotla dondurularak metal bir tankın içine konuldu ve bir gün ölümü yenersek canlandırılmak üzere hala tankın içinde bekliyor. Halen birçok kişi donmuş biçimde beklemekte. Aslında öldükten sonra değil de, daha cüretkâr bir şekilde ölmeden önce dondurulmayı tercih etseydi başarı şansı daha yüksek olur muydu diye düşünmüyor değilim.
James Bedford

Ray Kurzweil de, aldığı 200 hapa rağmen, ömrü uzatacak teknolojiye yetişemeden ölmesi durumunda, bedeninin sıvı azot ile dondurulması için bir şirketle anlaşma yapmış.

Ölümsüz Canlılar

Biyologların keşfettiği iki canlı türü bünyelerinde çok ilginç özellikler barındırıyor. Bunlardan biri Turritopsis dohrnii adında, 4,5 mm çapında bir denizanası. Normal yaşam evreleri basitçe şu şekilde: Yetişkin denizanasından ayrılan larva deniz tabanına yapışıyor ve polip halini alıyor. Zamanla büyüyor, tabandan ayrılıyor ve yetişkinliğe geçiyor. İlginç olan ise, denizanası açlık çektiğinde veya gövdesi bir şekilde zarar gördüğünde bazı hücreler larva şeklini alıp tekrar hayat döngüsüne başlıyor. Yani kendini klonluyor ve tekrar doğuyor. Yani, bir avcı tarafından yutulmadığı takdirde, sonsuza kadar yeniden doğma kapasitesi var.

T. dohrnii'nin Yaşam Döngüsü


10 mm uzunluğa  erişebilen bir tatlı su canlısı olan Hydra'nın da üstün bir rejenerasyon kabiliyeti var. Hydra, ortam şartları uygunken eşeysiz üreyen bir canlı. Yani kendini klonlayıp yeni canlılar üretiyor. Besin azlığında ise eşeyli üremeye yöneliyor. Bir Hydra'yı ikiye bölerseniz, baş kısmından yeni bir kuyruk, kuyruk kısmından da yeni bir baş üretiyor. Sınırsız kök hücre yenileme potansiyeline sahip olduğundan hiç yaşlanmıyor.

Hydra

Bilim insanları, bu canlılar üzerindeki araştırmalarına  devam ediyorlar. Hücresel düzeydeki bu özelliklerin insanlara da uyarlanabilme fikri oldukça heyecan verici. Doğa her zamanki gibi bize ilham vermeye devam ediyor.

Ve İnsanoğlu Ölümsüzlüğü Buldu!

Türümüzün ölümsüzlükle ilgili takıntısının temeli yapısal ve çok eskilere dayanıyor. Beynin bilişsel ve fiziksel evrimi sonucu, bundan 40 bin yıl önce Homo sapiens, geçmişi düşünüp geleceği planlamasını sağlayan, otobiyografik belleği geliştirdi. Bunun sonucu dünyaya hükmetmeye başladı. Lakin, kendini doğadan üstün gören insanın, ölüm sonucu bedenin çürüyüp doğaya geri dönmesi fikri, zihninde bir hata mesajı oluşmasına neden oluyordu. Kafasında, "Nereden geldim?", "Neden buradayım?" ve "Ben öldükten sonra bana ne olacak?" soruları belirmeye başladı. Böylece, sadece toprağa karışmaktansa başka şekillerde, ölümden sonraki bir dünyada bir ruh veya manevi bir varlık olarak var olmayı sürdüreceğimiz ya da bir başka beden veya biçimde yeniden dünyaya geleceğimiz (reenkarnasyon) ölüm sonrası yaşamı keşfettik. İnsanlar tarihte ilk kez ölümsüz oldular. Ölümün kavramsal inkârı ölümsüzlüğü getirdi. İnsanoğlu varlığını ruh ve beden olarak ikiye ayırdı. Ruhun icadı, tanrıların ve dinlerin oluşmasına yol açtı. 

Gılgamış'ın Akıbeti

Gılgamış Destanı bilinen ilk yazılı edebi eserdir. Yazılı olduğu tabletler ilk defa 1872 yılında keşfedildi. Sümerce ve Akadca olarak çivi yazısıyla yazılan tabletlerin halen bulunamamış parçaları mevcut. Gılgamış'ın M.Ö. 2700 yıllarında yaşadığı ve bulunan tabletlerin en eskisinin M.Ö. 1800 yıllarında yazıldığı tahmin ediliyor. Özellikle Tufan hikayesiyle, kutsal kitaplara ilham kaynağı olduğu düşünülüyor. Bu destanın kahramanı, halkına zalimce denebilecek şekilde davranan, yazının başında bahsettiğim Gılgamış'ın hikayesi şöyle devam ediyor:

Ölümsüzlük bilgisine ulaşamayan Gılgamış, bir gece rüyasında arkadaşı Enkidu'yu görür. Bir zamanların meşhur savaşçısı Enkidu, ölülerin bulunduğu, kendisini kimsenin tanımadığı ve hatırlamadığı Gölgeler Vadisi'nde tanrıların iyiliğini beklemektedir. Gılgamış, bu rüyadan sonra aydınlanır. Anlar ki somut olarak ölümsüzlüğe ulaşmanın bir yolu yoktur ve önemli olan bu dünyada yaptıklarınla insanların hatıralarında yaşamaya devam etmektir. Uruk'a geri dönen Gılgamış, bilge kralların yaptığı gibi halkına adil ve merhametli davranmaya karar verir.

Gılgamış gerçek ölümsüzlüğün sırrını bulmuştu: İnsanların hafızalarında yaşamaya devam etmek. Tıpkı Atatürk, Einstein, Mozart gibi bütün dünyaya, ve sevdiklerimiz gibi bize anlam katan insanların yaptığı şekilde...

Bu duruma ölüm penceresinden değil de hayat penceresinden bakarsak daha mutlu oluruz sanırım. Belki de hayatın kıymeti, sınırlı olmasından kaynaklanıyordur. Son olarak Epiküros'un şu sözleriyle bitirelim: "Ölümden korkmaya gerek yoktur. O geldiğinde ben olmayacağım, ben varken zaten ölüm yoktur."


Murat İstektepe
Aralık 2020