Antik insan ne düşünüyordu?

İnsanlık tarihi, bundan yaklaşık 20 yıl önce okuduğum Jared Diamond’un Tüfek, Mikrop ve Çelik kitabıyla birlikte ilgimi çekmeye başladı. Hatta bu kitap genel olarak tarih algımda bir değişiklik yaratıp, tarihin bilgiden ibaret olmadığı ve asıl önemli olanın doğru yorumlayabilmek olduğunu öğretti. Bugüne kadar, türümüzün tarihiyle ilgili karşılaştığım en çığır açıcı kaynak ise Yuval Noah Harari’nin Hayvanlardan Tanrılara Sapiens kitabıydı. 4-5 yıl önce okuduğum bu kitap ve Harari’nin tespitleri konuyla ilgili düşünce yapımın oldukça gelişmesini sağladı; kafamda oluşan soruların cevaplarını aramaya yönlendirdi. İşte bu sorulardan biri okuduğunuz bu yazıya yol açtı.

Önceden belirtmeliyim ki, türümüzün kökeni ve tarihi ile ilgilenenler varsa mutlaka Harari’nin kitabını okusun. Bu yazı tarih öncesi insan yaşamının belli bir evresine odaklanıyor. Tabi ki konunun genel çerçevesini çizmek adına kısaca tarihsel aşamalara değineceğim. Yer vereceğim yorumlar, bugünün bilimsel bilgileriyle çelişmeyen, önyargılardan, ideolojilerden ve popülizmden uzak, ciddi düşünürlerin de paylaştığı yorumlar olmakla birlikte farklı görüşlerin olması ve gelecekte elde edilecek yeni bilgilerin durumu değiştirmesi doğal olarak karşılanmalıdır. 



Yukarıda değindiğim gibi yeni bilgilerin yorumlarımızı nasıl değiştirebildiğine bir örnek verelim. Uzun zamandır kabul gören fikir, Homo sapiens’in yaklaşık 200 bin yıl önce Doğu Afrika’daki Etiyopya’nın Omo Kibish bölgesinde ortaya çıktığı yönündeydi. Bu bilgi uzun süre geçerliliğini korudu ve bu bölgenin kutsal kitaplardaki “Cennet Bahçesi” olduğu yorumlarına neden oldu. Yakın zamanda, Fas’ın Jebel Irhoud bölgesindeki fosil keşifleri Sapiens tarihini 300-350 bin yıl öncesine kadar geri götürdü. Güncel bilgilerimiz artık türümüzün tek bir noktadan değil, Afrika’nın çeşitli bölgelerinde ortaya çıktığını söylüyor. 

Ayrıca İsrail ve Yunanistan’da bulunan yaklaşıl 200 bin yıllık insan fosilleri de, Afrika’dan dünyaya yayılışın tahmin edilenden çok daha erken tarihlerde olduğunu gösteriyor.

Homo sapiens'in göçü

Bu yazının mantık çerçevesini bu şekilde açıkladıktan sonra, gelin şimdi tarihte –daha doğrusu tarih öncesinde- biraz daha gerilere gidelim ve türümüzün zaman yolculuğuna kısaca göz atalım.

İnsanın çok kısa tarihi

Modern insanın evrim süreci çok karmaşık bir konu çünkü özellikle son yıllarda yapılan fosil keşifleri, daha önce bilinenleri değiştiriyor ve konuya yeni bilinmeyenler ekliyor. Yani bulunan yeni parçalar bilmeceyi tamamlayacaklarına yeni bilmeceler ortaya çıkarıyor. İnsanın kökenleri konusu oldukça karmaşık, onun için bu hikâyenin başlangıç noktasını, bundan yaklaşık 2,5 milyon yıl önce yaşamış olan Homo habilis (becerikli insan) olarak belirlemek istedim. İşte, yazının geri kalanına bir çerçeve oluşturması amacıyla, çok kısa ve öz olarak türümüz tarihinin belli bir dönemi:

Homo habilis’ten itibaren gelen insan türleri yaklaşık 2,5 milyon yıl boyunca 4-5 parça yontulmuş taş aleti kullandı. 400 bin yıl öncesinde bilişsel gelişmeyle birlikte kullanılan alet çeşitliliğinde ve işlevlerinde artışlar gözlenmeye başlandı. 

200 bin yıl öncesinden itibaren mamut, gergedan gibi büyük hayvanları avlamak için uzmanlaşmaya ve av stratejileri geliştirmeye başladı. 

Akıllı insan olan Homo sapiens bu durumu çok farklı bir boyuta taşıdı. İletişim, organizasyon kabiliyeti ve yaratıcılığıyla doğayı kendine uyarlamaya başladı. Harari’nin kitabında çok detaylı bir şekilde incelediği bilişsel devrim, Sapiens’in yaklaşık 70 bin yıl önce kazandığı bilişsel yetenekler sayesinde iletişim ve organizasyonda uzmanlaşması anlamına geliyor. Harari’nin aktardığı üzere, kademeli olarak evrimleşerek besin piramidinin tepesine çıkmış olan diğer hayvanların aksine, insan bu seviyeye bir anda sıçradı ve ekosistemin de insanın da bu duruma uyum sağlayacak zamanı olmadı. Korku ve endişeleriyle birlikte çok büyük bir güç elde eden insan, hem dünyaya hem de kendi türüne karşı zalim ve tehlikeli hale geldi. 

Artan nüfus sayesinde topluluklar arasında etkileşimler başladı. Gen havuzu genişledi, ticaret ve işbirliği gelişti. Ritüeller, kültür ve sosyal yaşam ortaya çıkmaya başladı. 

Sapiens haricindeki insan türleri, hatta aynı dönem birlikte yaşam sürdükleri, fiziki olarak daha güçlü ve dayanıklı olan Neandertal bile değişen şartlarla yok olmuş, Sapiens üstün uyum sağlama kabiliyeti sayesinde hayatta kalmıştı. 

40 bin yıl önce mağara duvarlarına resimler çizilmeye, heykelcikler yapılmaya; sanat yoluyla hayal gücü ifade edilmeye başlandı. 

Paleolitik çağın da sonuna denk gelen ve jeolojik sınıflamada Pleistosen çağ adı verilen ve yaklaşık 2,5 milyon yıl sürdüğü tahmin edilen son buzul çağının bitmesiyle değişen iklimin getirdiği bolluk, insanların yerleşik hayata geçmesine imkân tanıdı. İnsanlığın en büyük kırılma noktası diyebileceğimiz dönem de buydu. Bilişsel ve teknolojik olarak hazır olan insan, yerleşik hayatta kültürü geliştirdi. Nüfus arttı, hiyerarşi, toplumsal sınıflar ve inançlar ortaya çıktı. 

Tarım ve besicilik yapılmaya başlandı. Arkeolog Gordon Childe’ın Neolitik Devrim veya Tarım Devrimi adı verdiği dönemdi bu. Buradaki devrim aslında sadece tarım yapılması değildi çünkü tarıma geçiş de yerleşik hayata geçişle oluşan kültürün ve artan nüfusun bir gerekliliğiydi. Devrimin oluşmasındaki anahtar faktör insan gruplarının yerleşik düzende sosyal, ekonomik ve siyasi olarak organize olabilmeye başlamasıydı. Bu dönem, farklı coğrafyalarda farklı zamanlarda gelişse de etkileri benzer şekilde oldu. Homo sapiens’in 300 bin yıllık tarihindeki durağan ilerleyiş, 12 bin yıl önce devasa bir sıçrayışa dönüştü. Tarımla birlikte toplumsal hiyerarşi gelişti. Teknoloji, kültür, sanat ve inanç sistemleri gelişip bütün dünyaya yayılmaya başladı. Sonra devletler, imparatorluklar, sanayi devrimi, internet…    

Uyumsuz İnsan

Evrim, bizim biyolojimizi 300 bin yıldır biçimlendirmekte. Fakat özellikle Neolitik Devrim’i izleyen zaman içinde öyle bir kültür geliştirdik ki, insan doğası bu kendi yarattığı kültüre uyum sağlayamaz hale geldi. Genetik yapımız yaklaşık 70 bin yıldır aynı şekilde. Kademeli olarak yavaşça işleyen evrim süreci, genetiğimizi içinde yaşadığımız çağa uyumlamak için zaman bulamadı. Sadece kültürel değil, biyolojik olarak da bazı uyumsuzluklar gelişti. Mesela kafamız ve çenelerimiz küçülürken, sabit kalan diş sayımız çenelerimize fazla gelerek ortodontik bozukluklara neden oldu. Öğütülmüş, işlenmiş, yumuşak gıdalarla beslenmemiz sayesinde diş çürüklerimiz arttı. Obezite, diyabet ve kalp-damar hastalıklarından muzdarip hale geldik. Artan nüfusumuzu düzen içinde tutabilmek için oluşturduğumuz kültür dünyamız ve ekonomik olarak var olabilmemizi sağlayan pratiklerimiz, insan doğasına uyumlu değil. İnsan, hayatın tüm evrelerindeki durumların hiçbirine doğuştan hazırlıklı değil. Doğuştan itibaren uzun süre bakıma muhtacız. Hayata hazırlanmak için okullara, bu okullara hazırlanmak için başka okullara ihtiyacımız var. 300 bin yıllık varlığımız süresince çok işimize yarayan uyum sağlama kabiliyetimiz modern yaşamda aktif olarak sürekli kullanmamız gereken bir olgu haline geldi.

Harari de, 70 bin yıl önce gerçekleşen Bilişsel Devrim’in, genlerinde besin zincirinin ortalarındaki bir canlının özelliklerini taşıyan insanı besin zincirinin en tepesine bir anda sıçrattığını belirtiyor. Bunun da insanı korku ve endişelerle dolu bir “muz cumhuriyeti diktatörü”ne dönüştürüp savaşlara ve çevre felaketlerine zemin hazırladığını ekliyor.

Genetik yapımızın yaşadığımız hayata uygun olmadığı görüşü oldukça yaygın. Beslenme bozukluklarımızdan tutun da sosyal ve iş yaşantımızda sık sık yaşadığımız problemlerin buna bağlandığı güçlü argümanlar mevcut. Fakat, örneğin taş devri diyetine başlamak gibi, kendi hayat tarzımızla ilgili kararlar vermeden önce dikkatlice düşünmekte fayda var. İçinde bulunduğumuz bilgi çağında, sorunlarımızın büyük çoğunluğunun çözümü bilim ve sağduyudan geçiyor.

İki Devrim Arası

İlk gerçekleşen devrim Bilişsel Devrimdi. Yaklaşık 70 bin önce Sapiens’in geliştirdiği iletişim ve sosyal ilişkiler türümüzü besin zincirinin en üstüne sıçrattı. Barınma, korunma ve avlanma konularında çok etkili yöntemler geliştirdik. Konuşmayı, soyut düşünmeyi ve akıl yürütmeyi öğrendik. Diğer insansı türlerin yapamadığını Sapiens yaptı. Neandertal’in nesli tükenirken biz üstün uyum sağlama yeteneğimiz sayesinde hayatta kaldık. Kullandığımız alet teknolojisi büyük bir hızla gelişmeye başladı. Nüfus arttı ve kökenimiz olan Afrika’dan bütün dünyaya yayılmaya başladık.

Sapiens 300 bin yıllık hayatının büyük çoğunu zor iklim koşullarında geçirdi. Aralarında ılıman iklim koşullarının da görüldüğü buzul çağlarının sonuncusu bundan 10-14 bin yıl önce sona erip küresel sıcaklıklar yükselmeye başladı. İklimin değişmesiyle aynı zamana denk gelen arkeolojik sınıflamadaki Neolitik Çağ (Yeni Taş Çağı) da bu dönemde başladı. İnsanlar uygun iklim koşullarında bollaşan yabani bitkiler ve artan av hayvanı sayısı sayesinde konar-göçerlikten yerleşik hayata geçmeye başladı. Tam yerleşik veya uzun dönemli yerleşik hayata geçiş, avcı-toplayıcılığı bitirmedi. Aksine artan imkânlarla birlikte daha etkin bir şekilde uygulanmasına olanak tanıdı. Alet teknolojisi, barınma, yemek pişirme ve işleme şekilleri gelişti. 

İsrailli arkeolog Avi Gopher'in belirttiği üzere, avcı-toplayıcı yaşam tarzının sonu ekonomik veya teknolojik değil, ideolojik bir dönüşümle geldi. Avcı-toplayıcılar hiçbirşeyi evcilleştirmeye çalışmazlardı; bu eşitlik ve güven üzerine kurulu dünya görüşlerine aykırıydı. Bu ideoloji değiştiğinde ise, toplumun yapısı dönüşüme uğradı ve yeni bir dünya doğdu.

Neolitik Devrim bana göre, bugüne kadar gerçekleşen en dramatik değişim süreciydi. Yerleşik hayatın geri dönüşü olmayan birçok sonucu oldu. Nüfus artışı, tarım ve hayvancılığın başlaması toplumların organize olmasını gerektirdi. Hiyerarşi, siyasi ve ekonomik düzen kuruldu. İnanç sistemleri gelişti. 300 bin yıllık Sapiens tarihini düşündüğümüzde bütün bunlar göz açıp kapayıncaya kadar olan bir zaman içinde gerçekleşti. Ardından devletler, imparatorluklar ve sonrasında küresel ekonomik ve sosyal düzen ortaya çıktı. Bilim ve teknoloji de bunlara bağlı olarak ilerledi.


Yerleşik hayata geçip toplumların meydana gelmesi, o toplum içinde yaşayan bütün insanlara yükümlülükler getirdi. Bu yükümlülükler hakkındaki en çarpıcı yorumu Jared Diamond yapmıştır: Tarım Devrimi (Neolitik Devrim) tarihin en büyük aldatmacasıdır! İnsan buğdayı ve pirinci evcilleştirmeye çalışırken aslında bunun tam tersi oldu. İnsan tarım uygulamaları neticesinde evcilleşti. Harari ise Tarım Devrimi’ni “Daha çok insanı daha kötü koşullar altında da olsa hayatta tutmak” olarak özetler. Nüfus artışı ve tarımın yapılması hiyerarşi, bireyler arası eşitsizlik, zor çalışma koşulları, salgın hastalıklar ve kuraklıktan etkilenme gibi durumlara sebep oldu. Bu görüşler kitaplarda detaylı olarak tartışılmış ve bana göre bunlara katılmamak mümkün değil. Bu yazının konusu olmadığı için daha derine inmeyeceğim ama okuması çok keyifli bir konu olduğunu belirtmeden geçemem.

Gelelim yazının başında değindiğim, tarih öncesi insanın yaşadığı o belirli döneme: İnsanın diğer hiçbir hayvanda görülmeyen üstün bilişsel yeteneğini kazandığı 70 bin yıl öncesinden, yerleşik hayata geçilip toplumların oluşmasıyla ilerleyen Neolitik Devrim’in başladığı 12 bin yıl öncesine kadar geçen dönem. Bu dönem arkeolojik sınıflamada Üst Paleolitik ve geçiş evresi olarak tanımlanan Epi-Paleolitik veya Mezolitik Çağ’ı içermekte. Tarihlerin yaklaşık olarak verildiğine dikkat çekmek isterim. Zira, arkeolojik buluntuları tarihleme konusunda hata payları olabilir ve daha da önemlisi dünyanın her bölgesi aynı tarihte aynı çağı yaşamıyordu. 

Kafamdaki asıl sorular ise şunlar: Şimdikine yakın çok üstün bilişsel kabiliyete sahip olan insan, yaklaşık 60 bin yıl boyunca, yani zekâsını ve enerjisini yoğun olarak toplumsal alanda harcamaya başlamadan önce neler yapıyordu? Temel ihtiyaçlarını gidermek için harcadığı zaman ve enerjiden arta kalanı ne şekilde değerlendirdi? Antik insan ne düşünüyordu?

Bilişsel Devrim kavramı ortaya atılırken, elde edilen arkeolojik ve antropolojik veriler kullanılmış. Devrimin gerçekten kısa bir süre içinde gerçekleştiği ve etkilerinin dramatik olduğu konusunda bilim insanları genelde aynı görüşte. Öyleyse ele aldığımız dönemin başlangıcı olan Bilişsel Devrim’i bilimsel olarak geçerli kabul edebiliriz. Dönemin bitişi olarak belirlediğim dönem ise, zekânın ve enerjinin yoğun olarak harcanmaya başlandığı toplumsal alanın gelişmesine yol açan Neolitik Devrim. Tarihsel olarak daha yeni olmasından ötürü bu dönem ile ilgili daha fazla arkeolojik kanıt mevcuttur. Antropologlar da bu dönem insanlarının hayatlarını değerlendirirken, sosyo-ekonomik ilişkilere ve toplumsal sınıflara işaret etmektedir. Günümüzde sosyal ilişkilerimize, iş ve eğitim hayatımıza harcadığımız bilişsel enerjiyi ve zamanı düşündüğümüzde, bunun temellerinin Neolitik Devrim’le atıldığını görebiliriz.

Öncelikle bu dönemin başlarında insanlar nasıl yaşıyordu, genel kabul gören bilgiler ışığında kısaca bakalım. En öncelikli olarak barınma, korunma ve besin bulma geliyordu. O dönemin soğuk iklim şartlarında, barınma için genellikle mağaralar seçiliyordu. En fazla 25-30 kişilik gruplar halinde yaşadıkları tahmin edilen insanların beslenme kaynağı avcı-toplayıcılıktı. Grup içinde işbirliği vardı. O dönemde kullanılan, günümüze ulaşabilmiş olan taş, kemik ve fildişinden aletleri biliyoruz. Dönem boyunca alet teknolojisinde ilerleme olmuş; dilgiler, ok ve mızrak uçları, olta ve zıpkınlar, bıçaklar ve iğneler gibi 100’den fazla çeşit alet kullanılmıştır. Mağaralarda yemek pişirmek için sabit ocaklara ve aydınlatma için taş lamba ve meşalelere; süsleme ve kolyeler için boncuklara, prestij objesi olarak kemik ve boynuzdan asalara rastlanmıştır. Çeşitli gruplar arasında alış-veriş yapıldığını gösteren kanıtlar mevcuttur. Dönemin sonuna doğru gıdaya ulaşma ve barınma konusundaki artan başarı ve çevrenin daha iyi yönetilmesi sayesinde konaklama süreleri uzamış, yerleşik hayata geçişe bir nevi hazırlık yapılmıştır. 
Paleolitik Çağ aletleri


Dünyanın birçok bölgesindeki arkeolojik kazı alanlarından ele geçirilen kanıtlar, bu döneme ait bir takım bilgiler edinebilmemizi sağlamakla birlikte, bildiklerimiz bilmediklerimiz yanında çok küçük kalıyor. Buna rağmen, dönemin insan yaşayışı hakkında genel bir fikir sahibi olabiliriz: Az sayıdaki bireyden oluşan gruplar avcı-toplayıcı; mevsimsel veya dönemsel olarak konar-göçer haldeler; işbirliği içindeler; fiziksel eksikliklerine rağmen teknik beceri ve organizasyon sayesinde hayatta kalmada başarılılar. Neolitik Dönem’e doğru yaklaştıkça, doğayı kendi amaçları doğrultusunda değiştirmeyi öğreniyorlar; “geniş tabanlı beslenme” modeliyle doğal kaynaklar maksimum verimlilikle kullanılıyor; yerleşik hayata geçişin temelleri atılıyor. 

Asıl ilgilendiğimiz konu ise, bu dönem insanlarının soyut düşünce ürünleri; temel ihtiyaçların karşılanması dışındaki, hayal gücünün ve yaratıcılığının ürünü olan eylemler. Atalarımızın hayatta kalmak için harcadığı zaman haricinde, kendileriyle baş başa kaldıkları bir hayli fazla zamanları olmalıydı.

İnsan kültürünün, yaratıcılığının ve hayal dünyasının ürünleri çeşitli arkeolojik buluntular olarak karşımıza çıkıyor. Üst Paleolitik’ten Erken Neolitik Dönem’e kadar olan bir zaman diliminden elde edebildiklerimiz, duvar resimleri, oyma-kazıma ürünler, heykelcikler gibi sanat eserlerinden oluşmakta.

O dönemin sanatının ardındaki motivasyonla bugünkünü karşılaştırmak ne derece doğru olur bilemiyorum. Onun için hem bugünün önyargılarından hem de döneme ait az miktardaki bilgiyi aşırı yorumlamaktan kaçınılması gerektiğini düşünüyorum. Örneğin o dönemin sanatçılarının “tanınmak” gibi bir gayesi olabileceğini, yaptığı eser karşılığında avdan daha fazla pay alabileceğini veya evleneceği kişiyi seçerken grubun diğer üyelerine karşı üstünlük kazanabileceğini düşünebilir miyiz? Bence bu dönemin sanatının ardındaki soyut fikirlerin özelliği, karmaşık toplumsal, siyasi ve ekonomik ilişkilerin olmadığı tahmin edilen bir ortamda, insan ruhunun en saf halini yansıtması. 

Mesela, Leonardo Da Vinci’nin yaptığı iki tabloyu düşünelim. Tablolardan biri ücreti karşılığı, sipariş üzerine yapılmış; diğeri ise Da Vinci’nin tamamen kendi isteğiyle yaptığı bir tablo. Bu fark tabloların değerini değiştirmez belki ama sadece sanat eserine dayanarak Da Vinci’nin zihin yapısını anlamak istediğimizde işler değişir. Toplumun karmaşıklık seviyesi ve insanın aklını meşgul eden detaylar arttıkça, eserlerin altyapısını oluşturan değişkenler de artar. İşte bu yüzden insan soyut düşüncesinin el değmemiş halini birazcık da olsa anlayabilmek için, bilişsel olarak yeterli gelişkinliğe ulaştığı bilinen ilk insanların belli başlı eserlerine odaklanmak istedim. Örnek olarak vereceğim eserler bize bir şeyler ifade edebilecek sembolleri içermekte. Tekrar etmekte fayda var ki, bilim insanlarının elindeki bilgiler bu sembollerin ne amaçla yapılığını ve neler anlattığını tam olarak söylemekten çok uzak. Bu eserler hakkında çeşitli yorumlar mevcut olmakla beraber romantizm ve mistisizme kapılmadan, bu yorumların en sağduyulu olanlarını ciddiye almak gerektiğini düşünüyorum.

70-12 bin yıl öncesinin sanat eserlerinden bazı örnekler


Güney Afrika’nın en güney ucunda, okyanus kıyısındaki Blombos Mağarası’nda yapılan keşifler Homo Sapiens’e ait en eski eseri ortaya çıkardı. 73 bin yıl öncesine tarihlenen bir taş üzerindeki kazımalar geometrik şekiller içeriyor. Ayrıca yakındaki bir kaya sığınağında, 60 bin yıl öncesine tarihlenen devekuşu yumurtası kabuklarına kazınmış çeşitli şekiller bulundu. Bu şekillerin tam olarak ne ifade ettiğini bilmesek de, arkeologlar bu eserleri, üzerlerinde paternlerin üretilmiş olması nedeniyle modern insanın bilişsel yeteneğinin bir yansıması olarak yorumluyor.



Endonezya’nın Sulawesi Adası’ndaki bir mağarada bulunan ve bir av sahnesinin betimlendiği duvar resminin yaklaşık 44 bin yıllık olduğu tahmin ediliyor.



İspanya’daki El Castillo Mağarası’ndaki, aşı boyasıyla yapılmış duvar resimleri ve el izleri yaklaşık 39 bin yıllık. Aynı mağarada 15-20 bin yıllık at, geyik, bizon ve mamut resimleri de mevcut.



Almanya’nın Swabian Alp’lerindeki Hohlestein-Stadel Mağarası’nda bulunan Stadel Aslanı, 31 cm uzunluğunda ve bilinen ilk zoomorfik (hayvan şeklinde) figür. Mamut dişinden yapılan bu figür yaklaşık 38 bin yaşında. Bu figürün başının aslan, vücudunun insan şeklinde olması, hayal gücünün ve soyut düşüncenin çok önemli bir örneği olarak gösteriliyor.



Aynı bölgedeki Vogelherd Mağarası’nda da mamut dişinden oyulmuş ve yaklaşık 33 bin yıl öncesine tarihlenen çeşitli hayvan figürleri bulunmuştur. 



Görsel sanatlarda sıklıkla işlenen bir konu olan kadın vücudu, doğurganlığı ve bereketi sembolize ettiğinden olsa gerek, 40 bin yıl öncesinde bile karşımıza çıkıyor. 6 cm boyundaki mamut dişinden yapılmış bu venüs, Almanya’daki Hohle Fels Mağarası’nda bulunmuş. 


Avusturya'da bulunan 30 bin yıllık bu eser yeşil serpantin taşından yapılmıştır ve 72 mm boyundadır. Dans eden kadın olarak yorumlanır.


Dolni Vestonice (Çekya)'de bulunan 11 cm boyundaki, 29 bin yıllık bu kadın figürini, bilinen ilk seramik eserler arasındadır.


Avusturya’da bulunan Willendorf Venüs’ü kireç taşından yapılmış ve 28 bin yıl öncesine tarihlenmekte.



Fransa’daki Dordogne Vadisi’nde bulunan Lausel Venüsü, bir kaya bloğunun dışına, mağaraya bakar şekilde betimlenmiş. Üzerinde kırmızı aşı boyası izleri bulunuyor ve 42 cm boyunda. 25 bin yıllık bu gravürün elinde bir boynuz tuttuğu görülüyor.


Mamut dişinden yapılmış olan Lespugne Venüsü 15 cm boyundadır ve 26 bin yıl öncesine tarihlenir. Yapılırken vücut hatları stilize edilmiş ve simetri gözetilmiştir.



Fransa’da bulunan, mamut dişinden yapılmış 3,4 cm boyundaki bu 25 bin yıllık kadın kafası figürini oldukça detaylı yüz ve saç işlemelerine sahip. 



Fransa’da bulunan Chauvet Mağarası’ndaki duvar resimleri bugüne kadar keşfedilmiş en görkemli tarih öncesi sanat örneği sayılabilir. At, bizon, gergedan, domuz, leopar gibi 14 farklı hayvanla birlikte, neyi sembolize ettiği bilinmeyen çeşitli figürlerin tasvir edildiği bu harika resimler, kömür ve aşı boyası kullanılarak yapılmış. Uzun bir süre boyunca kullanılan mağaranın en eski resimleri 30 bin yıl öncesine tarihlenmekte. 



17 bin yıl öncesine tarihlenen Lascoux duvar resimleri, aynı Chauvet gibi çoğunlukla büyük hayvan tasvirleriyle birlikte insan eli şablonlarını içeriyor. Mağara sistemindeki yaklaşık 600 resimde toplam 2000 figür mevcut.



İspanya’nın kuzeyindeki Altamira Mağara’sında, en eskisi 36 bin yıl öncesine tarihlenen çok renkli hayvan resimleri ve el izleri bulunmakta. 




Somali'deki Laas Geel Mağarası'nda bulunan yaklaşık 20 bin yıllık duvar resimlerinde, stilize edilerek çizilmiş ve hatta süslenmiş sığır, zürafa, köpek ve insanlara rastlanıyor. Farklı renkler kullanılarak yapılan bu çok iyi korunmuş resimlerde adeta bir tören tasviri akla geliyor.



Sahra Çölü'nün Libya sınırları içinde kalan Acacus Dağları'nda bulunan mağara resimlerinde, en eskisi 12 bin yıl öncesine tarihlenen zürafa, fil, sığır, deve, deve kuşu ve insanlar tasvir edilmiş.




Arjantin'deki Cueva de las Manos (Eller Mağarası) isimli mağaranın duvarları yaklaşık 13 bin yıl önce yapılmış olan el izleriyle dolu. Bu şablonlar da, diğer örnekleri Fransa ve İspanya'da bulunanlar gibi genelde sol elin duvara dayanıp, bir üfleme aracıyla (kemik, boynuz, kamış vb.) boya püskürtülmesi yoluyla yapılmış.


Bize anlattıkları, bizim anladıklarımız

Daha önce de değindiğim gibi, bu eserleri yorumlarken, zihnimizi kendi inançlarımızdan, düşünce kalıplarımızdan ve önyargılarımızdan arındırmakta çok fayda var. Ancak bu şekilde, antik insanların hayal dünyalarına küçük de olsa bir pencere açabiliriz.

Binlerce yıl öncesinden günümüze kadar ulaşabilen, sanat olarak tanımlayabileceğimiz bu az sayıdaki örnek bize onları yapanların duygularını, düşüncelerini, yaşam biçimlerini, inançlarını tam olarak anlatmasa da, hayal gücünün ve yaratıcılığın varlığını kanıtlıyor. Yukarıda örneğini verdiğim eserler, günümüze ulaşmış belli başlı, en bilinen sanat eserleri. Bu örnekler kadar iyi durumda olmayan veya şeklen anlamlandırılamayan bir çok eser de mevcut. Ne yazık ki taş ve diş dokuları gibi korunamayan, ahşap ve kilden yapılmış muhtemel eserlerden ve iklim şartları nedeniyle silinmiş duvar resimlerinden bihaberiz. 

Örnek verdiğim eserler arasında kadın figürleri dikkat çekiyor. Venüs olarak da adlandırılan figürlere tarih boyunca sıklıkla rastlanmakta. Aslında isimlendirme olarak “venüs”ü kullanmak pek doğru olmayabilir çünkü Antik Roma ve Yunan sanatındaki venüs, bu figürinlerden binlerce yıl sonrasına aittir. Belki sadece “kadın” demek daha uygun olacaktır. Abartılı vücut ölçüleriyle yapılan bu figürinlerin neden yapıldıkları ve ne ifade ettikleri hakkında kesin olmayan tahminler bulunmakta: Bereket tanrıçası, kadınlık simgesi, dönemin güzellik algısının yansıması ve hatta kadınların yalnızca kendilerinin bir tasvirini yapması olarak yorumlanabilir. Bulunan figürinlerin çoğunlukla kadın olması, sanat üretiminde doğurganlığın ön planda olduğunu düşündürebilir. 

Mağara resimlerinde de ortak bir tema bulmak yanlış olmaz. Birçok mağaranın duvarlarını, coğrafyasına uygun olarak çeşitli hayvanlar süslemektedir. Ağırlıklı olarak av hayvanlarına rastlanır. Hatta yer yer av sahneleri tasvir edilmiştir. Bu sahneler avın bereketli geçmesi için bir totem veya insanın doğayla olan ilişkisinin bir yansıması olarak yorumlanmaktadır.

Mağara duvarlarını süsleyen dikkat çekici bir figür de insan elidir. Bir elin duvara dayanıp, üzerine boya üflemek suretiyle şablonunun çıkarıldığı bir çok resim bilinmektedir. Farklı coğrafyalarda, farklı tarihlere yayılan bu yöntem, adeta antik insanın imzasıdır.

Mağara sanatıyla ilgili dikkati çeken en önemli ayrıntı, birçok mağarada resimlerin mağaranın girişine yakın olan yaşam alanlarında değil de, derinlerdeki, ulaşılması zor galerilerde bulunmasıdır. Bazılarına sürünerek girilebilen, karanlık ve havasız bu yerlerde çalışmak oldukça zor olmalıydı. Bilim insanları bu durumu, zamanın insanlarının resimleri sadece görsellik amacıyla değil, daha özel motivasyonlarla yapmış olmaları gerektiğine bağlıyorlar.

Tarih öncesi sanat, benim de bu yazıyı hazırlarken faydalandığım sanat tarihi kitaplarında detaylıca işleniyor. Bu kaynaklarda "Hangi figür ne anlama gelebilir, duvarlardaki hayvan resimleri nasıl yorumlanabilir?" gibi birçok bilgi mevcut. Tabi ben ne tarihçi ne de sanatçı olduğumdan, bu yorumları tartışacak bilgi ve birikimim yok. Amacım, amatör bir okur-yazar olarak, meraklısı olduğum bu konuyu kendi bakış açımdan yorumlamak, bunu yaparken okumak, öğrenmek ve bunları paylaşmak. Bütün bu süreci bir yolculuk olarak görüyorum: Gezmek, görmek, öğrenmek, keşfetmek...

Gelelim atalarımızın kafalarındaki fikirleri anlamak için çıktığım bu yolculuğun sonunda benim kafamda ne gibi fikirler belirdiğine. Öncelikle eski insanlarla paylaştığımız ortak bir noktanın farkına vardım: Hepimiz hayatta bir iz bırakmak istiyoruz. İster mağara duvarına el izimizi basalım, ister ağaç kavuğuna ismimizi kazıyalım, içgüdüsel olarak "Ben buradaydım!" deme isteği binlerce yıldır damarlarımızda.

Antik insan doğayla olan ilişkisini, hayatta kalabilmek için avladığı hayvanları, kaçınması gereken vahşi hayvanları mağara duvarlarına resmetmiş. Hayatlarında "kadın" fikri çok önemli bir yer tutmuş ki, doğurganlığı sembolize ettiği düşünülen bir çok kadın figürini karşımıza çıkıyor. Dünyaya gelmek, yaşamı sürdürmek nasıl şimdi de kutsadığımız olgularsa, o zaman da böyle olduğunu düşünmek hiç de yanlış olmaz. Keşfettiğimiz sanat eserlerini bir arada düşündüğümüzde ise, aynı bizim gibi atalarımızın aklında da hep aynı şeyin olduğunu görüyoruz: Başkalarıyla paylaştığımız, sınırlı bir süresine sahip olabildiğimiz, saygı ve hayranlık duyduğumuz, her fırsatta kutladığımız, mucizesini yaşadığımız HAYAT!



Murat İstektepe
Temmuz 2020